Annesinin eteğine yapışmış küçücük bir çocuk, karşısındaki aynaya bakıyor. Gülümsüyor, sonra korkuyor, sonra yine gülümsüyor. Kendine mi bakıyor? Annesine mi? Yoksa ikisinin birleşiminden doğan birine mi?
Psikanalist yaklaşımın öncü isimlerinden olan Jacques Lacan’ın aile içi dinamiklerin ve bu dinamiklerin çocuklar üzerindeki etkilerinin psikolojik altyapısını anlamamızı kolaylaştıracak bir teorisi bulunuyor. Ayna Evresi olarak adlandırılan bu teoriye göre bebekler altı aylık oldukları dönemden itibaren kendilerini ve dolayısıyla benliklerini ilk kez ayna ile karşılaştıkları zaman fark ederler. Fakat bu benlik algısı gerçek bir ben değil, bir temsildir. Çünkü bebeklerin aynada gördükleri benliklerin bir farkındalıktan ziyade bir şaşırma olduğu araştırmalarca ortaya konmuştur. Bebekler varlıklarının farkına ancak 15-18 aylıkken varabilirler.
Lacan bu durumu şöyle yorumlar; bebek aynada kendine ilk kez baktığında bir bütün ve tam görür. Oysa kendi beden deneyimi hala bütünlüklü değildir; yürümeye yeni başlamıştır, başkalarının yardımına muhtaçtır. Ama aynada gördüğü bu düzgün, kontrollü ve tek parça görüntü çok çekicidir. Bu görüntüyle özdeşleşir. Lacan, çocuğun bu anda bir "benlik algısı" geliştirmeye başladığını söyler. Bu deneyim çocuğun kendini tanımasının, yani bir "ben" kurmasının ilk adımıdır. Fakat bu "ben", içerden gelen bir gerçeklik değil, dışarıdan alınan bir imgeye yani aynadaki yansımaya dayanır.
Peki aile bu teorinin neresinde? Lacan’a göre bu ayna gerçek, maddi bir aynayla sınırlı değildir. Aslında en güçlü aynalardan biri, çocuğun içinde büyüdüğü aile ortamıdır. Çünkü çocuk, kendine dair ilk imgeleri sadece aynadan değil, anne-babasının bakışından, ses tonundan, sözlerinden öğrenir. Annesinin gözlerine bakan bir bebek düşünelim; o gözlerde birçok şey görür: sevgi, onay, beklenti… O bakış, çocuğun kendini nasıl göreceğini belirler. Annesinin gülümsemesiyle mutlu hisseder, kaşları çatıldığında suçluluk duyar. Yani ebeveynin bakışı bir tür ayna gibi çalışır. Bu noktada Lacan uyarır: ebeveyn çocuğa sadece onu olduğu gibi göstermez. Aynı zamanda kendi arzularını da yansıtır.
Bazı çocuklar, farkında bile olmadan anne-babalarının eksiklerini, hayallerini, geçmişte yaşadıkları pişmanlıkları tamamlamak için şekillendirilirler benliklerini. Bu durumun etkisi çocuğun üzerinde katlanarak artmaya devam ettikçe çocuk artık kendisi olmak yerine, ebeveynin arzusu tarafından şekillenen bir “yansımaya” dönüşür. Bu durum yoğun bir kimlik karmaşasına evrilir ve çocuk sürekli kendi hayatındaki rolünü ve benliğini sorgulamaya başlar. Gerçek benlik ve arzulanan benlik arasında oluşan bu çatışma Lacan’a göre birçok ruhsal sorunun temelini oluşturur.
Bu durumu iyileştirmek için ebeveynin üzerine düşen görev çocuğun kendi öz benliğini keşfedebilmesi için ona koşulsuz kabul ve duygusal güven sunan bir ortam sunmasıdır. Ebeveynlerin çocuk üzerindeki yansıtma eğilimlerinin farkına varmaları, kendi arzularını çocuklarından ayırabilmeleri ve çocuğun ihtiyaçlarını gerçekten duyabilmeleri bu süreci iyileştiren en temel unsurlardan bir diğeridir. Aile, çocuğun aynada gördüğü imgenin ötesine geçerek, onun içsel deneyimlerini ve bireyselliğini desteklediğinde, çocuk da dıştan gelen beklentilerle değil, içsel kaynaklarıyla şekillenen daha bütünlüklü ve sağlıklı bir benlik geliştirebilir.
Her ne kadar çevresel etkenler bireyin gelişiminde önemli bir rol oynasa da, bireyin kendi iç dünyasını tanıma ve dönüştürme çabası da iyileşme sürecinde belirleyicidir. Bu durum çocuklukta temelleri atılmış bir problem olsa da birey, yaşadığı duyguları fark ederek, geçmişten gelen kalıpları sorgulayarak ve kendine karşı dürüst bir tutum geliştirerek içsel bir dönüşüm başlatabilir. Kendini tanıma, sınırlarını belirleme ve ihtiyaçlarını ifade etme becerisi zamanla güçlenebilir. Bu da bireyin hem kendisiyle daha sağlıklı bir ilişki kurmasına hem de dış dünyayla olan bağlarını yeniden yapılandırmasına olanak tanır.
Tüm bu süreçte belki de en temel soru şudur: Aynada gördüğümüz kişi gerçekten kimdir? Kendimize mi bakıyoruz, yoksa başkalarının gözlerinden bize biçilen bir surete mi? Lacan’ın Ayna Evresi, sadece çocukluk dönemindeki benlik oluşumunu açıklamakla kalmaz; aynı zamanda yaşam boyu süren kimlik inşasının, ilişkilerdeki rollerimizin ve içsel çatışmalarımızın temel dinamiklerini anlamamıza da kapı aralar. Zira yıllar geçse de, çocuklukta içselleştirilen bu yansıma bazen öylesine kökleşir ki, yetişkin birey kendi arzularıyla ebeveyninin beklentilerini ayırt edemez hale gelir. Bu bulanıklık ise zamanla duygusal boşluklara, karar verme zorluklarına ve benlik değeriyle ilgili dalgalanmalara neden olabilir.
İşte tam da bu noktada psikoterapi, bireyin içsel aynasını yeniden ve daha sahici bir şekilde keşfetmesi için eşsiz bir alan sunar. Terapötik ilişki, bireyin geçmişte aldığı yansımaları sorgulamasına, kendisine ait olmayan yükleri tanımasına ve nihayetinde gerçek benliğini arayıp bulmasına destek olur. Terapistin yargısız, kabul edici ve dikkatle dinleyen tavrı, bireyin zamanla içsel çelişkilerini ifade edebilmesine, duygusal sınırlarını çizebilmesine ve kendi ihtiyaçlarını fark edebilmesine alan açar. Psikoterapi, ayna metaforunu bir yeniden doğuş alanına dönüştürür; birey artık sadece görmekle kalmaz, aynı zamanda kendini duyumsar, anlar ve yeniden kurar. Belki de iyileşme tam da burada başlar: Yıllar boyunca başkalarının gözlerinde aradığımız benliğimizi, ilk kez kendi içimizden doğan bir bakışla görmeye cesaret ettiğimizde.
👉 Şimdi Randevu Alın
https://www.otrapsikoloji.com/iletisim