Doğum günü... Neşeli kutlamalar, renkli balonlar, pastanın üzerindeki mumlar... Her şey dışarıdan bakıldığında çok mutlu görünür. Ancak bazı insanlar için bu gün, tuhaf bir iç sıkıntısıyla, açıklanamayan bir hüzünle gelir. Peki neden? Psikanaliz bize bu sorunun yüzeyin çok daha derinlerinde gizli yanıtları olabileceğini söyler.
Freud, doğumun insanın yaşadığı ilk büyük travma olduğuna inanır. Sıcak ve güvenli anne karnından ayrılış, ilk kopuş bilinçdışında derin bir “kayıp” ya da “yalnızlık” hissi yaratır. Bebek ilk nefesiyle birlikte, daha önce hiçbir zaman hissetmediği soğuk, ışık, yerçekimi, açlık gibi zorlayıcı koşullarla yüzleşir. Ana rahminde ihtiyaçları anında giderilirken, artık dışarıda bunun gerçekleşebilmesi için ağlamayı, sesini duyurmayı, mücadele vermeyi öğrenmesi gerekir. Psikanalize göre bu ilk kopuş, insan ruhunda derin bir “kayıp”, “yalnızlık”, “terk edilme” hissi yaratabilir. Bebek, ilk defa, kendisinin annesiyle “bir” olmadığını, ayrı ve bağımsız bir varlık oluşturduğunu fark eder. Bu farkındalık, ego ve benlik kavramlarının temellerini atarken, aynı anda derinde unutulamaz ve zorlayıcı bir an olarak kalabilir.
Her yeni doğum günü, bilinçdışımızda bu yaşanılan ilk travmanın yıldönümünü temsil eder. Yani, farkında olmasak da o tarihte “dünyaya ilk adım attığımız an” tekrar hatırlanabilir. Bilinç, bunun pek farkında olmasa da, bilinçdışı bu dönemi oldukça canlı ve duygusal bir şekilde saklar. Bebekken yaşadığımız terk edilme, yalnız kalma, güvenli ortamdan zorla koparılma gibi zor duygular, bu dönemin gelmesiyle birlikte yeniden ortaya çıkabilir. Bunun sebebi, doğumun ve ilk ayrılığın anısını taşıyan bilinçdışının, bu tarihte adeta “saatini kurarak”, daha önce bastırıp derinde sakladığı anıları ve duygulanımları ortaya çıkarmasında yatar.
Freud’a göre, hepimizin içinde “kendimizi daha iyi, daha düzgün yapmak isteyen” ve hatalarımıza işaret eden bir ses vardır. Bu sesi süperego, onun hedeflerini gerçekleştirmeye çalışan yanımıza da ego denir. Doğum günlerinin karamsarlık yaratmasında Freud’a dayanabilecek bir diğer olasılık ise bu iç eleştirici sesimizin önceki senelerde ulaşamadığı hayallerle yüzleşmesinde saklı olabilir. Çünkü doğum günleri, “geçen zaman” ve “geride kalan hedefler” üzerinde düşünmeyi zorunlu kılar. Böylece bu ses, “geçen yılda neler yaptın?”, “Beklentileri yerine getirebildin mi?”, “Büyürken daha olgun, daha bağımsız, daha düzgün davrandın mı?” gibi zorlayıcı sorularla ortaya çıkar. Bunun sebebi, bu eleştirici yanımızın hedefinin bizi daha olgun, düzgün ve eksiksiz yapmak ve bunun için hatalarımıza dikkat çekmesinde saklıdır.
Psikanalitik kurama göre doğum günleri Freud’un “tekrar zorunluluğu” olarak adlandırdığı bir kavram sebebiyle de hüzne sebebiyet verebilir. Bu kavrama göre insan zorlandığı ya da çözümleyemediği yaşantılarını, onları daha iyi kavrayıp, “yenebilir” hale getirmek amacıyla farkında olmadan tekrar sahneler. Doğum günü de bunun en belirgin örneklerinden biridir. Her yaş alış, çocukken yaşanıp bastırılmış zor anları, ilk kopuşu, yalnızlığı, zorunlu değişimi adeta sahneye geri çağırabilir. Bu yüzden kişi, o tarihlerde sebepsiz yere hüzün, boşluk ya da zorlayıcı duygular hissedebilir. Bu durum, geçmişinde çözümleyemediği durumları, içinde taşıdığı zor hatıraları, her yıl belirli bir tarihte hatırlamasına neden olur. Dolayısıyla doğum günü, yalnızca “yeni yaş” değil, aynı zamanda “geçmişle yüzleşme” anıdır.
Margaret Mahler’in bir kuramına göre ise çocuk ilk aylar ve yaşlar boyunca annesiyle simbiyoz içinde yaşar yani kendini annesiyle “bir” olarak hisseder. Ancak zamanla çocuk, annesinden bağımsız ve ayrı bir varlık olduğunun farkına varmaya, bireyselleşme sürecine girmeye başlar. Doğum, bu sürecin ilk ve en zor halkasında ortaya çıkan zorunlu kopmayı temsil eder. Her yeni yaş, bu kopmanın ve bağımsızlaşmanın hatırlatıcısı gibi işler. Doğum günleri, çocukken yaşanan bu ilk “ayrılığı” , anneyle fiziksel ve duygusal bağın azalmasını, yeniden canlandırabilir. Bu yüzden kişi, farkında olmasa da, daha bağımsız hale gelirken yaşadığı zorlanmayı, anksiyeteyi ya da terk edilmişlik hissini o tarihlerde daha yoğun hissedebilir. İçe dönüp zorlandığı bu duygularla yüzleşirken, “Ben kimin parçasıyım?” ya da “Ben kimim?” gibi varoluşsal sorular da ortaya çıkabilir.
Doğum günlerinin bu derin ve bazen karmaşık duyguları uyandırması, ruhumuzun geçmişle ve kendimizle olan ilişkisindeki katmanları açığa çıkarır. Bu anlamda, doğum günü sadece bir yaş kutlaması değil; aynı zamanda kendi iç dünyamızla, travmalarımızla, umutlarımızla ve korkularımızla buluşma anıdır. Bu yüzleşmeler kimi zaman zorlayıcı olsa da, farkındalık ve kabul ile psikoterapi sürecinde anlam kazanabilir, iyileşmenin ve büyümenin kapılarını aralayabilir. Kendimizi daha derinlemesine keşfetmek, içsel yolculuğumuzda destek almak için psikoterapi, doğum günlerinin getirdiği bu duygusal yükü hafifletmenin ve ruhsal iyileşmeye doğru bir adım atmanın güçlü bir yolu olabilir.
👉 Şimdi Randevu Alın