OTRA Psikoloji

 

Eşcinsellik, tarih boyunca toplum normlarından sapan bir davranış olarak görüldüğü için hastalık olarak kabul edilmiştir. Modern psikoloji ve tıp aksini kanıtlayan bilgiler öne sürse de, çeşitli faktörlerin etkisiyle günümüzde hala pek çok insan eşcinselliğin bir hastalık olduğuna inanmaktadır. Geçmişte solaklığın anormal bir davranış olarak görülmesi ve solak çocukların okullarda sağ ellerini kullanmaya zorlanması gibi, eşcinsellik de toplum normalinden farklı olan her davranış pratiği gibi bir hastalık olarak görülmüş ancak günümüzde her ikisinin de insan doğasının doğal bir varyasyonu olduğu büyük bir çoğunluk tarafından kabul edilmiştir. ‘Eşcinsellik’ terimi ilk kez 19. yüzyılda Macar psikolog Karoly Maria Benkert tarafından kullanılmış ve literatüre kazandırılmıştır. Terim görece yeni olsa da, eşcinsellik ve bu konu üzerine yapılan tartışmalar Platon’un Şölen eserine kadar uzanmaktadır. Bu yazıda, eşcinselliğin hastalık olup olamayacağını bilimin ve psikanalitik yaklaşımların izinde inceleyeceğiz.

 

Hastalık kavramına bir terim olarak yaklaştığımızda şu açıklamayla karşılaşıyoruz: “Hastalık, bir organizmanın tamamının veya bir kısmının yapısını veya işlevini olumsuz yönde etkileyen ve doğrudan bir yaralanmaya bağlı olmayan belirli bir anormal durumdur. Hastalıklar genellikle belirli belirti ve semptomlarla tanımlanan tıbbi durumlar olarak kabul edilir” (World Health Organization). Bu tanımın temel unsurları, yapısal ya da işlevsel bir bozukluk ve bu bozukluğa eşlik eden belirti ve semptomların varlığını öne çıkarır. Bu çerçevede değerlendirildiğinde, eşcinsellik ne fizyolojik ne de psikolojik bir bozukluk olarak tanımlanabilir. Amerikan Psikiyatri Birliği (APA), 1973 yılında eşcinselliği Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı’ndan (DSM) çıkararak, onun bir hastalık olmadığına dair bilimsel bir duruş sergilemiştir. APA’nın kararını destekleyen Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ise 1990 yılında eşcinselliği Uluslararası Hastalık Sınıflandırması (ICD) listesinden çıkarmıştır.

 

Psikanalitik yaklaşımın kurucusu Sigmund Freud diğer tüm cinsellik biçimleri gibi, biyolojik, sosyal ve psikolojik faktörlerin bir kombinasyonundan kaynaklandığını düşünüyordu. Hatta 1935 yılında oğlunun eşcinselliğinin tedavi edilmesini isteyen bir anneye yazdığı mektubunda şu sözleri sarf etmişti:

“Mektubunuzdan oğlunuzun eşcinsel olduğunu anlıyorum. Beni en çok etkileyen şey, onun hakkında verdiğiniz bilgilerde bu terimden bizzat kendiniz bahsetmemeniz. Neden bundan kaçındığınızı sorabilir miyim? Eşcinsellik kesinlikle bir avantaj değildir, ancak utanılacak bir şey de değildir, bir kusur veya aşağılama da değildir; bir hastalık olarak sınıflandırılamaz; cinsel işlevin bir çeşidi olduğunu ve cinsel gelişimin belirli bir şekilde durmasıyla ortaya çıktığını düşünüyoruz. Antik ve modern çağların birçok saygın şahsiyeti eşcinseldi, bunların arasında en büyük adamlardan birkaçı da vardı. Eşcinselliği bir suç ve bir zulüm olarak kovuşturmak büyük bir haksızlıktır. Bana inanmıyorsanız, Havelock Ellis'in kitaplarını okuyun.”

 

Freud, eşcinselliği değiştirmek üzerine de çalışmış ve bazı sonuçlara varmıştır. 1920 tarihli Bir Kadında Eşcinsellik Vakasının Psikogenezi adlı makalesinde , eşcinselliği değiştirebilmenin çok zor olduğunu ve yalnızca alışılmadık derecede elverişli koşullar altında mümkün olabileceğini belirtmiştir. Ayrıca eşcinsel bir bireyi heteroseksüel birine dönüştürmenin, en az heteroseksüel birini eşcinsel birine dönüştürmek kadar zor ve komplike olduğunu öne sürmüştür. Ona göre bu dönüşümde başarı, eşcinsel duyguları ortadan kaldırmaktan ziyade heteroseksüel duyguları mümkün kılmak anlamına geliyordu.

 

Freud’un da referans olarak gösterdiği Havelock Ellis kimdir bilmek başlık sorumuzu yanıtlamada önemli bir rol oynayacaktır. Avustralya’da öğretmenlik yaptığı yıllarda cinsellik üzerine çalışmaya karar veren Ellis 1879’da Londra’ya dönerek tıp eğitimi almaya başladı. 1986 yılında John Addington Symonds ile birlikte yazdığı Cinsel Terslik adlı kitapta dönemine göre oldukça ilerici olan bir bakış açısıyla eşcinsel ilişkileri ele alıyor ve eşcinsel davranışları suç veya hastalık olarak görmüyordu. Toplumun baskılarının eşcinsel aşkın ortaya çıkmasını zorlaştırdığını savunuyordu. Ellis’e göre, eşcinsellik doğuştan gelen bir özellik değil; insanların zamanla cinsel tercihlerini daraltıp seçtiği bir durumdu. Bazıları eşcinselliği, bazıları ise heteroseksüelliği tercih edebilirdi. Eşcinsel olmanın toplum içinde azınlıkta kalmak ve istatistiksel olarak nadir olmak anlamına geldiğini, ancak toplumun “normalden sapmaların” zararsız hatta değerli olduğunu kabul etmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Ona göre, eşcinsellik bireylere psikolojik sorunlar sebebiyle değil, kişinin cinsel kimliğini korku ve baskıyla bastırması yüzünden zarar veriyordu. Ellis, eşcinselliğin azınlığa ait, edinilmiş ya da kötü bir alışkanlık olmadığını; tedavi edilemez bir durum olduğunu savunuyordu. O dönemde suç sayılan eşcinselliğin cezalandırılmasına karşı çıkıyor ve eşcinsel bireylerin huzur içinde yaşayabilmesi için yasaların değiştirilmesini istiyordu. Toplumsal değişimin ise ancak halk eğitildiğinde mümkün olacağını düşünüyordu. Ellis’in çalışmaları, eşcinselliğin anlaşılmasında önemli bir dönüm noktası oldu.

 

Cinsel yönelimlerin ve özellikle eşcinselliğin nörolojik temellerine baktığımızda yapısal sinir bağlantıları, fonksiyonel ve bilişsel ilişkiler, ve gelişimsel teorilerle karşılaşıyoruz. Son yıllarda yapılan araştırmalar, cinsel yönelimin gelişiminde doğum öncesi hormonların önemli rol oynadığını gösteriyor. Özellikle androjen adı verilen steroid yapısındaki hormonların, beyin gelişimindeki etkileri üzerinde duruluyor. Doğum öncesinde fetüsün bu hormonlara ne kadar maruz kaldığı, nörogelişim açısından cinsel yönelim üzerinde belirleyici olabiliyor. Cinsel yönelimin hormonlarla bağlantısını destekleyen başka örnekler de var. Örneğin, Cloacal Extrophy adı verilen doğum kusuru olan erkeklerde, yani genital organların bölünmesi gibi durumlarda, doğum öncesi testosteron seviyelerindeki dalgalanmaların cinsel kimliğin gelişimini etkilediği gözlemlenebiliyor. Ayrıca, hamilelik sırasında bazı kimyasallara (örneğin beyaz billur tozu, yani diethylstilbestrol) maruz kalan annelerin kız bebeklerinde, diğerlerine göre daha yüksek oranda biseksüel veya eşcinsel yönelim görüldüğü raporlanmış. Bu bulgular, cinsel yönelimin doğuştan gelen karmaşık biyolojik süreçlerin bir sonucu olduğunu ve “seçim” ya da “tercih” gibi basit kavramlarla açıklanamayacağını gösteriyor.

 

Tüm bu bilimsel ve tarihsel veriler ışığında eşcinselliğin bir hastalık olmadığını kesinlikle söyleyebiliriz. Ne fizyolojik ne psikolojik açıdan bir bozukluk ya da anormallik teşkil etmez; aksine insan doğasının ve cinsel çeşitliliğin doğal bir parçasıdır. Modern tıp ve psikoloji alanındaki uluslararası otoritelerin kararları, eşcinselliği hastalık statüsünden çıkararak bu gerçeği net biçimde ortaya koymuştur. Eşcinselliğe karşı önyargılar ve yanlış tanımlamalar, ancak bilimsel bilgiyi ve toplumsal farkındalığı artırmakla ortadan kalkabilir. Bu yüzden “Eşcinsellik hastalık mıdır?” sorusuna cevabımız kesin ve nettir: Hayır.

👉 Şimdi Randevu Alın
https://www.otrapsikoloji.com/iletisim

Hemen seansa başla!